İstanbul’un yaşayan, hayat dolu, canlı taraflarına hayranım. Onu pitoresk bir dekordan ayıran cazibesinin en çok da bu damarlarını şişirircesine akan kanda olduğunu düşünürüm. Bu canlılık; gözleri tırmalayan, yakışıksız bulduğumuz bir çok tuhaflığın sebebi, açıklaması, onlara rağmen şehri neden sevmeye devam edişimizin de gerekçesi. Örselenmemiş, el değmeden tasarlanmış seyirlik bir güzellik yerine cıvıl cıvıl, içinden hayat akan, bu akışın getirdiği bir çok acayip durumu da barındıran bir gerçeklik bu şehir.

Büyük Valide Han’ın Küçük Yavrulu Kapısı

Üsküdar Dergisi, 2018/1 “Şehir ve Kimlik”

Bu capcanlı kalbin attığı noktaya, kan akışının en yüksek debili olduğu yere, Eminönü’ne gidişimiz Üsküdar’dan başladığında, yağmur da geziye eşlik edeceğini tebliğ etmişti. Şemsiye taşımayı sevmeyen şehirlilerden olmaklığımla tedbirim zaten hazırdı, kapüşonlu bir pardesü. Buluşma yerimiz Ahi Çelebi Camii, ekibimiz sevdiğimiz dostlardı, üzerimize yağan yağmur.

Caminin dolabında Seyahatnâme’yi, iç kapının üzerinde ise hattat dostum Mahmud Şahin’in ta’lik yazısıyla Evliyâ Çelebi’nin rüyasında söylediği meşhur sözü görmek beni mutlu etmeye yetti. Halıları su basmış, halı altı keçelerinin üzerinde namaz kılınıyormuş, ne gam! Yalnız epeydir kurguladığım parlak bir fikrim var, bu vesile ile size de açayım. Memlekette bir “Beyaz Işık Veren Ampulleri İmha Etme Teşkilatı” olsa, bir gece operasyonuyla gizlice [yüzlerce yapıya olduğu gibi] buraya da uğrasalar, ameliyathane soğukluğundaki bu ampulleri gün ışığı sıcaklığı verenlerle değiştirseler, içerideki tezyinatın tuhaf renklerinden, niteliksiz minberinden vs. gözlerimiz daha az rahatsız olacak, daha mutlu olacağız.

Kılavuzumuz Yunus Uğur’un tayin ettiği güzergâha doğru başladığımız yürüyüşte ilk uğrağımız Altan Şekerleme dükkânı oldu. Daha doğrusu dükkanı görünce uğramadan edemedik. Bir buçuk asırlık aile işletmesinin başında dükkan sahibinin ve aile mensubunun oturuyor olmasının verdiği devamlılık ve gelenek hissi çok kıymetli. Altan Şekerleme’nin akide şekerlerinden Hayati Develi hocamızın ikramıyla tadarak Kantarcılar Caddesi’nde yürümeye başladık. Ölçü biriminin standardı burada belirlenirmiş eskiden, buradaki kantarcılarla “İstanbul Kantarı” denen standart birim ayarlanırmış. Kantarcılardan bugüne kalan sadece caddenin ismi de değilmiş, bugün de baskülcülerin, tartıcıların burada olduğunu görmek çok sevindirdi beni. Bu esnafın camisinin adı da elbette Kantarcılar [Sarı Timur] Camii, bu bölgedeki bir çok cami gibi Fatih Devri’ne tarihleniyor. Tuğla minarenin taş merdivenleri son dönem başka örneklerde de görüldüğü usûlde kendilerini cephede de gösteriyor, kırmızı tuğlanın içinde beyaz taş basamaklar döne döne minarenin gövdesinden yukarı doğru tırmanıyor.

Caddenin diğer ucunda almaşık duvarlı Timurtaş Camisi’ne vardığımızda daha iyi korunmuş, benzer tipolojide bir yapı daha bulmuş olduk. Yine [en azından ilk inşa tarihi] Fatih Devri’ne uzanan bu yapıların akşam kapılarını kapatan, gündüz esnafın kullandığı, bölgenin kendine özgü ticaret yoğunluğuna göre şekil almış, deyim yerindeyse esnaf camileri olduklarını, hayatın o canlı akışına nasıl tabii bir uyum içinde olduklarını görmek çok hoştu.

Pazar gününün tenhalığı içinde Tahtakale Hamamı Çarşısı’nın hemen karşısında kum gibi kaynayan bir avluda ikinci el kıyafet alanların arasına karışıp 5 [beş] liraya satılan kullanılmış ayakkabıları görünce bunların deyim yerindeyse “cami işi” olduklarını tahmin etmek güç olmadı. Bahsi geçen Tahtakale Hamamı Çarşısı’nın ön kapısına vardığımızda kapının stilize edilmiş mukarnas düzeni, ama özellikle çarşı isminin latin harflerle, modern bir ek olarak taş duvarın üzerine zarifçe yazılış biçimine hayran kaldığımı hatırlıyorum. Eski yapıya müdahalede modern ekin tezat oluşturması fikrinin suistimal edildiği, zerafetten ve zanaatten uzak işlerden değildi bu.

Çarşı içinin kalabalığından kafamızı bir kaç kez kaldırıp 18. yüzyılın Garplı kâgir evlerine dikkatlerimizi çektikten sonra, güzergâhımızın önemli menzillerinden biri olan Balkapanı Han’a ulaştık. Han kapalıydı, ama güneş açmıştı, ve ekibimizin içeri girmeye dair halis niyeti kapıları da açtırdı. Balkapanı Han’ın 30 yıllık emektarı bizi içeri aldı. Dışarıdan daha derli toplu görünen hanın içeride oldukça harap olduğunu da başka türlü öğrenemezdik. Bu harap halin en güzel yanı ise, döşeme taşlarının olanca düzensizliği ile özgün halini koruyor olmasıydı. Bu kaba ve tabii döşeme usûlünü görünce anlıyor insan, bu hanların -devrin ticarî vasıtaları olan- atla, eşekle girilmek için tasarlandığını. Keşke avlunun ortasındaki sevimli ahşap mescid bu derece niteliksiz hale getirilmeden, düzgünce yeniden yapılabilseydi.

Balkapanı Han’dan ayrılıp yine sokaklara karıştığımızda bir imgeler yağmuru halinde alanlar, satanlar, dükkânlar, insanlar, hayvanlar, çöpler, dar geçitler, seyyar satıcılar, sair esnaf içinden geçtik, ve Paşa Camii’nin oturduğu yüksekçe alana vardık. Burada günün sürprizlerinin bizi beklediğini bilemezdik. Aşağıdan gördüğümüz 16. asır usûlü klasik bacanın büyüsüne kapılıp onu fotoğraflamaya çalışırken, refakatinde olmaktan mutlu olduğum bazı dostlarımız o bacanın bulunduğu terasa çıkan merdiveni keşfetmiş, bizi oraya davet ediyorlardı. Koşarcasına tırmandığım bu terasta muhteşem bir manzara ve az evvel uzaktan fotoğrafını çekmeye çalıştığım baca adeta kucaklayabilecek kadar yakınımda beni bekliyordu. Ciddi ciddi resim yapma arzusunu canlandıran bu panoramik kompozisyona bakarken düzensiz çatıları, bakımsız binaları zihnimde yorumluyor, başka zaman olsa bu manzaraya yakışmadığını düşündüğüm bazı tuhaflıklarla içten içe barışıyor, onları çeşit çeşit sarılarla, turuncularla, mavilerle fırçama bulayıp, gizleme gereği duymadan olanca varlıklarıyla güzelliğe bir engel teşkil etmediklerini kendime itiraf ediyordum. Günlük rotamızda ayağımızın değmeyeceği bu kedi merdivenleri ile tırmanılan, postacının, kargocunun adres ararken kaybolacağı, her metrekarenin değerlendirildiği girift, karmaşık mekânlarda bazı sanat girişimlerinin, inisiyatiflerin yer aldığını görmek heyecan vericiydi. Bunlardan Büyük Valide Han’ı anlatırken tekrar bahsedeceğim.

Gezinin “climax”i, şah beyti, ana yemeği ise şüphesiz Büyük Valide Han’dı. Dev kapısının önünde durduğumuzda, üzerinde telefon numarası olan, hanın bekçisine ait notu farkettik. Ekibin içeri girmeye dair devam eden halis niyeti ve üst perdeden olmayan samimi kararlılığı elbette anahtar vazifesi görmeye devam etti. Büyük Valide Han’ın küçük yavru kapısı açıldı, hepimiz teker teker, eğilerek girdik içeri. Efsanevi hanı ilk defa bir pazar günü geziyor, hiç bir zaman bu kadar tenha olmayacağını bildiğimden elimden geldiği kadar da keyfini çıkarıyordum. Hanın bekçisi bizi kendi odasına götürdü, ocakta odunu yanıyor, çayı hazırdı. Söylediğine göre bu oda Kösem Mahpeyker Valide Sultan’ın da odasıymış. Ama beni asıl etkileyen, bu harap hanın, prezantabl olmaktan uzak yapının bir kaç sanat inisiyatifine ev sahipliği yapıyor olmasıydı. Bir ayağı Çukurcuma’da olan Blok Art Space’in burada olduğunu ve belli buluşmaları, etkinlikleri burada düzenlediğini biliyordum, ama işlerine bienallerden aşina olduğumuz Halil Altındere’nin atölyesinin de bu handa olduğunu görmek benim için hoş bir sürprizdi.

Büyük Valide Han’ın ortasında yine bir mescid var, ama bu diğerlerinden farklı. Benzerini Karacaahmet’te gördüğüm bir “İranlılar Mescidi” bu. 1641’e tarihlenen yapı aslında ahşapmış, bir yangın sonrası yerine bugünkü kâgir bina yapılmış. Şia Mescidi olduğu için, bölge esnafı kullanmıyor burayı, ve normalde kapalı. Ama her perşembe açılıyormuş, her hafta kendi cemaati buraya devam ediyor. Mescidi açıyor, haftalık bir merasim halinde ibadetlerini yapıp gidiyorlarmış.

Büyük Valide Han’ın hemen yanı başındaki Büyük Yeni Han’ı görüp -elbette içeri girmeyi başardığımızı tahmin ediyorsunuz- çarşı içinden yürüyerek Hacı Küçük Camii’ne vardık. Artık gezinin sonuna doğru yaklaşırken Sultan Hamam meydanına indiğimizde enteresan bir vista yakaladık; bir 17. asır almaşık duvarlı ticaret yapısının, 18. asır kâgir apartmanının, I. millî mimarlık üslûbundaki Vakıf Han’ın ve erken cumhuriyet dönemi modernizmi taşıyan bir banka binasının aynı fotoğraf karesine girdiği bir yerde olduğumuzu farkettik. Ve tüm bu asırlar ve anlayışların adeta yan yana durarak oluşturduğu yapılı çevre, cep telefonu satıcıları, çamaşırcıları, çiğ köftecileri, el arabasında su taşıyanları, kestanecileri, çeyizlik alışverişin yorgunluğunu bulduğu ilk boş banka oturup dindirmeye çalışanlarıyla birlikte capcanlı, hayat dolu bir sahnenin dekoru değil, adeta aktörüydü.

Nihayet tekrar iskeleye doğru yollanmaya niyetlendiğimizde, yolumuz Mısır Çarşısı’nın içinden geçebiliyordu. Elbette tercihimizi ondan yana kullandık, ve gezi bitti derken bir baharat, kuruyemiş ve hediyelik eşya dünyasının içinde bulduk kendimizi. Mısır Çarşısı’nın yenilenmiş halini, verilen bütün emeğe hürmet duymakla birlikte, biraz dekorlaşmış buldum. Öyle ki tamir sonrası pırıl pırıl olan kemerlere bir de gizli aydınlatmalar ve sakil standart dükkân tabelaları gelince, neredeyse bir alışveriş merkezinde hissettim kendimi. Eski halinden iyi olması ile yetinecek kadar kanaatkâr olamam, başarması ne kadar zor da olsa tamirlerde ve yeni düzenlemelerde ruh aramak, yapaylıktan şikayet etmek hakkımız. Ama L biçimindeki çarşının mafsal noktasında, iki kolun birleştiği yerdeki ahşap dua köşkü ve onun belinden zerafetle bükülerek yukarı tırmanan dönel merdiveni muhteşem. Çarşının her sabah burada yapılan dua ile açıldığı, merasim kültürünün canlı olduğu zamanları hayal etmek, “eskiye özlem” olarak nitelenip geçiştirilecek kadar değersiz olamaz.

Çarşı çıkışında, kahvaltıdan beri bir kaç akide şekeri üzerinde yürüyüp duran bizler için yemek daveti, üzerinde mutabık kalması çok kolay bir teklifti. Ancak gezinin nasıl bir ilham kaynağı olduğu, nasıl bir tatmin yaşattığını anlatmak için aktarayım ki; yemek için terasına çıktığımız meşhur lokantanın o meşhur manzarası, öğleden beri görülmemiş açılardan alışılmamış onlarca perspektifle yıkanmış gözlerimiz için eski çekiciliğinden çok uzaktı…